RAHMAN VE RAHİM ALLAH’IN ADIYLA
Kehf 109.De ki: “Eğer Rabbimin sözlerini yazmak için deniz mürekkep olsaydı, kesinlikle Rabbimin sözleri tükenmeden deniz tükenirdi, bir misli de yardımcı getirsek bile.
Kehf 110.De ki: “Ben ancak sizin gibi bir insanım, bana ancak ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunuyor, onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse, güzel bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiçbir şirk karıştırmasın!”
Şu Mesut da niye gelmedi ki hala. Saat yedide orada olmam lazım. Saat altı kırk beş, hala gelmedi. Altı buçukta burada olacaktı sözde. Hem daha hiç tekrar etmedim. Gözden geçirsem iyi olurdu. Müşteriler de gelecek zamanı buluyorlar. Kapatıp gitsem mi? Ayıp olur şimdi. Neyse beş dakikalık yol gelmezse ben de kapatır çıkarım. Telefon açayım diyorum. Gerçi yirmi dakika oldu en son arayalı. Gelir diye kendimi teskin etmeye çalışıyorum. Teskinlik mahalsiz kalıyor.
Geldi ve “Ben çıkıyorum”,soruyor nereye gittiğimi. Aslında bilmesi lazım da kafası karışık, söylemiştim Bilgi Vakfı’na gideceğimi. Üstelik bu sefer talebe değil hocayım. Söylüyorum nereye gideceğimi. “Tamam” diyor dalgın olduğunu belirtiyor son cümlesini duymuyorum, yoksa kelime miydi? Çıkıyorum, çıkmakla heyecanım da çıkıyor. Bu çıkışın hezeyana dönmesinden korkuyorum. “Anlatabilecek miyim?” diyorum. Gerçi adamlar rahat, sıkmıyorlar da. “Ne var sanki altı üstü iki ayetin tefsirini(!) yapacağız.” “Neyi var bunun” diyorum. Bunlar bile beni rahatlatmaya yetmiyor. Kötü de sigara kokuyorum, rahatsız etmem inşallah. Sakız da almadım naneli falan. Binanın girişine geldim. Merdivenler ne kadar heyecan arttırıcıdır. Vucut yorulunca kalp daha titrek atıyor. Tabi binayı yapan heyecanımı düşünememiş. Asansör falan iyi olurdu. Ali Şeriati haklı, “İnsan” kitabı mıydı; “Mütahitler evler yapıyorlar ama içinde kimin oturacağını hesap etmiyorlar”. Böyle bir şeydi herhalde. Zili görüyorum geri dönüp kaçmamak için hemen zile basıyorum kimler var acep içerde, kapıyı kim açacak. Kapı açılıyor Rumeysa!! Oh diyorum(Rumeysa sınıftan arkadaşım) nasılsın falan soruyoruz birbirimize. Onu bilmem ben yalan söylüyorum ‘İyiyim’. Aslında değilim; heyecanımı ona göstermekten korkuyorum. Neden korkuyorsam zaten görecek; sadece o da değil herkes görecek(Her halde vardır on-on beş kişi). İçeri giriyorum kalabalık aman Allah’ım! Ne yapacağım ben bu kalabalığı. Sınıftan gelmişler; Yasin, Mehmet Akif. Allah! Hüseyin Ağabey de var. Selam veriyorum, erkeklerin elini sıkmaya yürüyorum titrek ellerle. Süleyman Ağabey geç kalmama takılıyor. ‘Kaçtın mı’ falan. Gülüyorum televizyonda haberler izleniyor. Gerçi sadece bir haber: Ulusta bomba patlamış. Ölmüş birileri, yaralılar da varmış. Babam arıyor, sebebini anlıyorum onlarda sanki meraklanmak için benim Ankara’da oluşumu kullanıyorlar. ‘Bir şey yok, yeni haberim oldu’ diye geçiştiriyorum. Geçiştirmem biraz da orda Kürtçe konuşmak istemememden, bir şey olacağından değil de hani yabancı bir dil ya. Babama tefsir dersi yapıyorum desem ne der acaba; ama demiyorum. Mutfağa geçip bir çay alıyorum gidip masaya oturuyorum, geçen hafta Kübra arkadaşın oturduğu yere. Burada anlatılıyor herhalde diye düşünüyorum. Aklıma M.Akif ve Yasin’in orada bulunması geliyor. “Niye geldiler ki”. Aidiyetten değil de diğerleri onları benim çağırdığımı sanacak. Kalkıp raftan “Fizilal”,” Razi”, “Elmalılı” alıyorum. Yanımda “Esbab-ı Nüzul”, “Zühayli” ve “Taberi”nin de ilgili sayfalarının fotokopileri var. Diğerlerinin de fotokopisi var ama ne bileyim böyle kitapla daha iyi olur diye düşünüyorum. Yavaş yavaş masaya geliyorlar. Bana hemen başla deseler ne yaparım acaba. Heyecanım bana neler düşündürüyor. Çantama eğiliyorum, “Diyanet Meali”ni ve “Elmalılı”yı çıkarıyorum. Notlarım var, onları da şöyle bir kontrolden sonra masaya bırakıyorum. Çantamda “Karamazov Kardeşler” kalıyor, ondan da konuşsam mı diye aklımdan geçiriyorum. Gülüyorum içten. O kadar içten ki samimiyetim görülmüyor. Süleyman Ağabey herkese bakıyor. “Artık başla istersen hocam” diyor ve kalbim kuş oluyor.
“Ben” diyorum. Besmele ile başlamadığım aklıma geliyor. Daha bir heyecanlanıyorum geçen hafta işlenen ayetlere bakıyorum, okuyorum onları ve konuma başlıyorum. “Konumuz” diyorum “Kehf suresinin 109 ve 110. ayetleri”. Sesimin titrediğini düşündükçe ya da titrememesi gerektiğini sanki daha bir titriyor. Ne zaman hor kullandım da sesim, bugün de benden öç alıyor. Biraz susuyorum bana bakıyorlar. Gözümü kaçırıyorum. “Kul lew kane’l behru…” diyorum ve başlıyorum. Mealini okuduktan sonra işin artık bana düştüğünü seziyorum. Sezişim heyecanım oluyor, biraz daha susuyorum. “Ben” diyorum “Seyyid Kutub merkezli çalıştım. Fî’zillali’l Kur’an’ı hep sevmişimdir. Hani sanki daha bugünün tefsiri. Toplumu anlıyor ve anlatabiliyor. O 109. ayet için mahdut beşer ilminin tasviri diyor. Evet insan merkezli, hani Allah’ın ilminden bahsetse de ayet bize yönelik ve bizim için örnek veriyor. Yahudiler diyor ya “bize Tevrat verildi. Onda her şeyin ilmi vardır.” Burada Allah’ın karşı çıkışını ve Yahudilerin yanlışını ortaya koyuşunu görüyoruz. Evet Allah insanı muhatap alıp doğruyu ve yanlışı insana açıklıyor. Sizin de ilminiz var ama benimkinin yanında tabiri caizse esamisi okunmaz diyor. Bize adeta bir felsefe dersi veriyor; bilgi felsefesi. Bilginin imkanı, hani güvendiğiniz müdrikeleriniz var ya onlar aslında nâkıstır. Her şeyi bilemezsiniz yoksa bana ortak mı olacaksınız diyor. Benim anladığım bu ve katkısı olacak olanlarımız varsa ben susuyorum.” diyorum.
Bekliyorum kimsenin konuşmaması canımı sıkıyor. Hem anlattığımın beğenilmemesinden korkuyorum hem de hep benim konuşuyor olmam dolayısıyla ders sonuna kadar konuşacak olmak zorunda kalmaktan. Ben konuşursam bu ders çabuk biter, sadece bunu biliyorum. Tam 110. ayete geçecekken Süleyman Ağabey yetişiyor. Elini kaldırıyor “oh” diyorum içimden. Süleyman ağabey içimin “oh”unu anlamış gibi gülümsüyor. “Hocam müsadenle” diyor “estağfurullah” diyorum. Sesim anca bunu söylemeye yetiyor. Onu çıkarmaya da zor bela güç yetiriyorum. Masaya çay koymuşlar onunla ilgileniyorum. Boğazım da kurudu hani. Ne de olsa boğazımı zorladım. Süleyman Ağabey konuşuyor başta da konuşmuştu ama ben kaçırdım söylediklerini “hani biz bilemeyiz diyoruz ya merakımı çeken neyi ne kadar bilebiliriz” söze karışıyorum “Lokman 34’e bakıldığında biraz daha anlaşılır olacaktır” diyorum. “Bilinemez beş gaipten bahsediyor. Bunlar; kıyamet günü, yağmurun ne zaman yağacağı, çocuğun durumu, yarın ne olacağı, ölüm saati. Bunlara baktığımızda bazı noktalarda yanlışlıklar görüyoruz. Yanlışlık bize bu beş bilinmeyeni şerh eden âlimlerimizden mi kaynaklanır yoksa şu dönemde anlayamayan bizlerden mi? Onların döneminde bilinmeyenler bizim dönemimizde pek tabii bilinebilir. Sanki şarih alimler bilemediklerini “hiçbir zaman bilinemez”e sürüklediler. Şöyle de olabilir; Allah’ın bunlar üzerindeki bilgisi bizim bildiğimiz gibi değil.” İnsanların bana baktığını fark ediyorum. Hoşuma gidiyor bu. Devam ediyorum. Nitekim biz çocuğun durumunu yani kız ve erkek olacağını ultrasyonla, X ışınlarıyla bilebiliyoruz. Bunda yanılma ihtimali de çok az. Havanın durumunu da bilebiliyoruz. Karadenizli bir amca vardı tanıdığım, şimdi diyordu bizim orada yağmur vardır. Her yıl aynı dönemde aynı hava cereyanları tekerrür edince insanlar da tecrübi bilgi sonucu hangi gün ne olacağını bilebilmektedirler. Ellerinde aletlerle testler yapan insanları düşünürseniz, bilinirliği en azından bizim anladığımız anlamda ortaya çıkmaktadır vb.. Şimdi ayetin hükmü mü kalktı? Kıyamet günü için bile söylenecek bir şeyler varken hangi bilgiden bahsediyoruz.” Cümlem bittiğinde aklıma geliyor ki bu lokman 34 üzerine, geçen sene Sönmez Hocan’ın dersinde tartışmıştık. Ve derste o dersi alan üç arkadaşımla beraberdik. Hani öyle çabuk unutulacak bir tartışma da değildi. Utanıyorum nedense, susuyorum. İnsanlar heyecanlanmış söz hakkını beklemeden anlatıyorlar. Sanki bu bilgilerine bir şeyler eklenmeyecekmiş de hep bu inanç üzerine olacakmış gibi fikirlerini hararetle savunuyorlar. Akif Ağabey’e bakıyorum o konuşuyor. Ben çaya bakıyorum, dalıyorum çıkmamacasına sıcak simit beni kurtarıyor. “Ahmet hocam güzel bir noktaya temas etti.” “Estağfurullah” demiyorum. “Biz Allah’ın bildiğinin ne kadarını biliyoruz. Sözgelimi düne kadar bilinmeyen bir balık Allah katında bir malumattı bugün hakkında bizim de bir fikrimiz var. Biz böyle böyle Allah’ın bilgisine erişebilir miyiz? Burada epistemolojik bir bakış açısındansa inanan bir bakış açısının daha işlevsel olacağına inanıyorum. Evet bu beş bilinmeyen bize bilinemez diye sunuluyor. Ama bunların bir kısmını bilebiliyoruz. Ama bilinemez demişlerdi. Onların çağı diyoruz, bizim söylediklerimize de yarın işte o zaman diyecekler mi? Belki yarın bir şeyler bilinir de bilen oluruz. Ne bileyim Allah teala belki DNA’mıza ne zaman öleceğimizi yazmıştır da gelişimle birlikte ne zaman öleceğimizden haberdar oluruz, belki bu tarihle bile oynayabiliriz.” Susuyor Akif Ağabey ve Hüseyin Ağabey sözü alıyor: “Benim bildiğim Allah’ın bileceği bizim de onun müsaade edeceği kadar bileceğimizdir.” İtiraz ediyorum neyine ediyorsam: “Allah’ın bize bilinemez diye sunduğu ya da bize öyle sunulan şeyleri de bilebiliyoruz.” O başka hangi ayet demiştin bilinmeyenlerle ilgili?” “Lokman 34” diyorum o başka lafını da yakalıyorum. Bakıyor ve bomba patlıyor. “İşte” diyor, “bilemeyiz ne kadar da bilsek Allah kadar bilemeyiz.” “Amenna” diyor M. Akif ve giriyor nerdeyse patlayacak ağzını açmazsa, garip sesler çıkıyor ağzından Gregor Samsa gibi. İnciler bekliyorum.” Bence buradaki sorun geleneğin aktardığıdır.” Ayete bakarsak “yunezzilul ğeyb” diyor, bilinmeyenin yağması, evet bilinmeyen ama neresi bilinmiyor. Allah’ın kevni olabilir mi? Bence öyle, Allah’ın yarattığını ve yaratıcılığını bilemeyiz. Hani o OL (kun) deyişini bilemeyiz. Rahimlerde olanla ile ilgili yine aynı durum. Seyyid Kutub diyor ki “Bir süreye kadar rahimlerin ne taşıdığını bilemeyiz.” Bu nasıl bir iştir anlamıyorum. Yarın o da bilinirse ne yapacağız. Bence böyle pozitif manada bakmaktansa biraz daha işin geri planıyla ilgilensek daha iyi olur. Böyle yaptıkça dine zarar vermekten başka bir şey yapmamış olacağız, üstelik bunu din sevgisi, dinin muhafazası adına yapacağız. Hüseyin Ağabey tekrar söz alıyor ve sözün tekrar M. Akif’e geleceğini tahmin ediyorum. Nitekim öyle oluyor, bana dönen yüzler görüyorum “sen orda ne işe yarıyorsun” dercesine bakıyorlar, ben umursamaz görünmeye çalışıyorum. Kalabalık çekilecek gibi değil artık. “110. ayete geçelim isterseniz” diyorum onlar da susuyorlar. Geçiyorum, ayeti ve mealini okuyorum. Onlara Kur’an’ın ana konularından şirk ve tevhidin burada beraber bulunduğunu ve Hz. Muhammed’in beşer-resullüğünden bahsetmek istiyorum nitekim güç yetirebiliyorum da. “Allah” diyorum “Hz. Peygambere tevazuyu öneriyor”. “Ben bir beşerim ancak bana vahyolunuyor Bildiğim vahiydir, ve ben ona hevamdan katmam. Melek de değilim, gaybı bilende. Ben ancak tebliğ ederim. Ben de sizin gibi bir beşerim ve şaşarım. Yalnız Allah dosdoğrudur ve yalnız o doğruyu, yanlışı tam manasıyla bilir.
“Kur’an’a arz dediğimiz fiili yaptığımızda göreceğiz ki Allah, resulunü kitabında sınırlamakta tevazu üzere olmasını istemekte ve Nasr suresinde belirttiği gibi Hz. Peygambere düşen Allah’ın verdiklerine şükretmek, Allah’ı tesbih etmek, noksanlardan münezzeh tutmaktır. Bakıyoruz, peygamber kızıyor yüz çeviriyor. Allah, buna sert bir şekilde cevap veriyor, bunun yanında Allah, O’nun ahlakını övüyor. Resulullah sıkıntısını Allah’a şikayet ediyor, Ve Allah, mesuliyeti peygambere de yüklüyor. Ve o alemlere rahmet olarak gönderiliyor.”
Yüzlerine bakıyorum etkiledim mi onları diye ama günahımın büyüklüğü beni duraklatıyor. Düşünüyorum bana bunu yaptıran da nedir diye. Cevap veremiyorum. Tamam, insanlara bir şeyler anlatma gayesindeyim onlar da tanımadıkları bir ilahiyatçıdan bir şeyler dinlemek için konsantre olurken benim önemsediğim nedir? Neymiş, etkilemiş miyim. Bir gaye için okumalar yapıyorsun, bir şeyler öğreniyorsun da ama yetmiyor, sen illa da ilgi istiyorsun. Hayatı da insanlar için mi yaşıyorum? Ben onları mı çok seviyorum. Düşünüyorum da değil, aslında ben nerede ne zaman yitirdiğimi bilmediğim benliğimi seviyorum. Kaybetmişken nasıl oluyor da hala onu sevebiliyorum aklım almış değil. Kendim için yaşıyorum, kendime inanıyor, ibadet ediyorum. Yarım yamalak olduğuna inanılan inançlar, ibadetler… inanmayı bile kendim için seçiyorum.
Dimitri Karamozov’un yaptığı gibi hırsız olmaktansa katil olmayı seçiyorum. Ölümün sonuçları daha kötüdür ve ölen için de devam yoktur. Buna rağmen katil olmak iyisi oluyor. Kendime sanki şu sonucu çıkarıyorum: Ben sanki ölmek için yaşıyorum. Neye varır işler, bilemiyorum. Dersi bırakıp çıksam mı diye düşünüyorum da yaptığım yine etkilemek olur korkusuyla vazgeçiyorum. Birisi sorar ne oldu nereye gidiyorsun diye açıklama yapar da yine başa dönerim diye korkuyorum. Bu yüzden oturmalı ve onları dinliyor gözükmeliyim. “Allah’ın kainatı Hz. Muhammed’in yüzü suyu hürmetine yarattı”ğı falan konuşuluyor , anlamıyorum, anlamama karanlığına çekiliyorum ve samimiyetle inanıyorum. Allah biliyor ben beşerim üstelik bana vahyolunmuyor. Vahyolunuyor olsa bile, benim bundan haberim yok. Resule vahyolunana uymalı, onu okumalı, bilmeli, yaşamalıyım. Nedense hep başka mevsimi bekliyorum.
İtiraf ediyorum. Burada anlatılanlardan bazıları yalandır. İnanın hangilerinin yalan olduğunu ben bile bilmiyorum. İnanın bu itiraf bile yalan olabilir. Susuyorum, susmayı tercih ediyorum ama BEN ediyorum.
∗ Ahmet KAYA
yazdiklariniz cok samimi icten ve telasli olmus. her ne kadar yalan olma ihtimali uzerinede olsa:) insanin ben koprusunu gecmesi benligiyle barismasi sirat koprusunu gecmek kadar zor olsa gerek… inancin pesinde mi benligin pesinde mi kosmak???? beni dusunceye itti… kaleminize saglik.