Zümrüt


Zamanın birinde dertlerinden dağlara çıkan bir çoban varmış. Bedeninde ağrıları dilinde türküsü, yaşayıp gidermiş ya… kimse görmesin der kaçar saklanırmış. Koyunlarıyla konuşur, gezerken düşünür, ölmekle yaşamak arasında kararsızlığıyla kavrulurmuş. Onun da öncesinde bir hikayesi anlatılırmış da bende mi saklı dermiş, yoksa derdimde mi? Elinde hiçbir şeyi kalmadığını söylermiş arada bir gören olursa da… Sormadan ses vermezmiş, kaçırırmış gözlerini; Hızır zannedermiş gören de düşerlermiş peşine. Sonra ben de bir şey yok; zaten istemem de.

Hayata aldırmadan yaşarken bir gün, iki parça zümrüt bulmuş dağ başında… nereden geldi bu demiş, sarılayım versinler onu bana. Yalnızlığımda onunla bulunayım… Yalnızlığımı biz yaşayayım. Böyle düşünürken, hiçbir hakkı olmadan, kimindir ya da sen kime gitmek istersin diye sormadan uzatmış ellerini. Zümrüt güzelmiş; ama onun da istediği bir sahibi varmış. Burada kelama yakışmayan manaya dair, çoban o pis ellerini zümrüde uzatmış. Tam ellerine alacağına yakın, zümrüt kayıp düşmüş ellerinden. Dağ başından aşağı doğru yuvarlanmış, yuvarlanmış. Arkasından bakakalmış ilk önce çoban. Sonra o da peşinden koşmaya başlamış. Ne kadar çok hızlansa o kadar ayağı takılıyormuş bir yerlere… Terlemiş, koşmayı bırakmak istemiş, artık yürümek gerek mecalim kalmadı; ama neden hala onun peşinden gittiğini de bilmiyormuş. Sonra yolda isimlerin en güzeliyle karşılaşmış. Adı alâ imiş. Demiş ki: Kapıma mı geldin, gelmediysen de ben sana geleyim. Dışarıda da yağmur yağmaya başlamış o sıra… Sormuş bizim çoban: buradan geçen zümrüdü gördün mü, diye.. Gel demiş ben sana sığınak olayım. O bir zamanlar benimle yaşıyordu. Gitti. Onu düşünme, o başkasının oldu, onu bulamazsın artık. Bir an yağmuru düşünen çoban: evet burada bir süre burada kalmalıyım demiş. Sonra günler geçmiş daha çok ısınmış ve hep orada kalmayı arzularken bir gün, alâ’nın onu kandırdığını sezmiş sözlerinden. Kaçıp giderken de büyük bir küfür sallamış ki sonradan çok pişman olmuş, en kötü anında yardım edene yaptıklarından. Ellerine ateşi almış ve diline sürmüş. Dili yanmış konuşamaz olmuş artık. Elleri de aynı şekilde… Ama yine zümrüdü aramak için düşmüş yollara. Düşmüş ki bu sefer hiç durmamacasına, öleceğini bilse peşinden ayrılmamacasına… Sonra bir dereden karşıya geçmeye çalışırken. Ayağı çamura saplanmış. Kurtaramamış kendisini. Çırpınmış yine çıkamamış. Ah demiş mecalsizlik. Eski gücüm bende kalmadı. Şuradan bir kurtulursam daha hiç koşmayacağım o zümrüdün ardından… Artık hayattan umudu kestiğinden, son bir kez bağırmayı arzulamış, sonrada Azrail’in koynuna bırakırım kendimi. Sesi o kadar gür çıkmış ki son nefes gibi… Tarlasını eken ve o tarladan güzel ürünler almasını bilen bir çiftçi koşmuş imdadına. Traktöründen bir halat almış, atmış suya, kurtarmış bizim çobanı. Sormuş çıkardıktan sonra senin ne işin var burada diye… Bizim çoban konuşmayı çok istemiş; ama dilini çözememiş, anlatamamış. O çiftçi o kadar çok iyi biliyormuş ki hayatı sormasına lüzum yokmuş gerçi ama edep böyle olduğundan sormuşmuş, sonra bilmediğini bilen çoban O’nu ona anlatmaya başlamış: Yüzündeki şu çizgiden sen çobansın. Ellerindeki ve dilindeki bu ateşi sen yaktın. İhanet ettin değil mi başkasına. Peki bu yola düşüş neden; aşktan olsa gerek demiş, ama ben bilirim ki dağda saçı uzun kimse bulunmaz bu mevsimde, ancak çobanlar bulunur. Sen hangi kıza vuruldun demiş.

Evet çoban vurulmuşmuş; bir kız değilmiş vurulduğu, öyle biliyormuş… Zümrütmüş. Söyleyememiş.

Para pul; demiş.

Rençper biliyormuş işi… o zümrüt değil kızmış…

Anlatmış…

Kendi kızını sormasına gerek yokmuş; bir onun kızı varmış yine biliyormuş.

Zor bela dilini döndürerek yuvarlanıyordu demiş… Oysa yuvarlanan hiç kimse yokmuş. Kızı yokuştan aşağı inmiş, öyle günler aylar da geçmemiş, o öyle sanmış.

Kızını çağırmış.

Çobana, almış göstermiş. O da insan. Ve sen hiç kadın görmedin… ama Aşık oldun…

Ruhlara yazılan burada değil O’radadır demiş.

Sevgililer hep böyleymiş ama çoban hikaye bilmezmiş. Bilmediği hikayenin kurbanı olmuş. Evini unutmuş, başka mekanlara gark olmuş. Geri dönememiş bir daha, günahkar bir toprağa el uzattığını zannederek, senelerce bir divane, bir mecnun gibi dağ bayır gezmiş. Ve her mecnun gibi ölümü tatmış. Zaten ölümde zevkten geliyormuş… aslında ayrı ayrı kelimelermiş ama… şehirleri bilenler; sulatanları bilenler, burçları da kaleleri de bilirmiş. Hikayeci susmuş sonra…

Masal da böylece bitmiş…

Ama yazıcı susmak istemiyormuş ki… ey aziz okuyucu sana bir şey vermedim; demiş. Bir büyüyü yazdım Bunu okuyansa aşk tarafından büyülenmiş.. Büyü harammış ama; mecazlar arkasına saklanmak içinmiş…


∗ Abdullah KAVAKLI



Abdullah Kavaklı

Biraz rüzgar, biraz duman, bugüne geldik, ziyade olsun...

Submit a comment

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s