Rıhle ve hicret, bir nevi seyahat demektir. Amacı ne olursa olsun, tüm gezilere konan bir addır. Allah rızası için Mekke’yi bırakıp Medine’ye gitmek, bir hadisin peşinde Bağdat’a gitmek, bir iş görüşmesi için Amerika’ya gitmek, bir kızın peşinden İstanbul’a gitmek… hepsi de rıhle, hepsi de hicret. Hatta küçücük çocukken, dedenin ya da babannenin elinden tutup attâya gitmek bile rıhle sayılabilir. Ne var ki bir Müslüman olarak bizlerin zihinlerinde rıhle ve hicret kelimelerinin çağrıştırdığı mana bu kadar basit değil. Biz rıhle ve hicreti şöyle anlarız: uğrunda çektiğimiz çileler karşılığında, Allah katında bir ecir ümit ettiğimiz yolculuk.
Bu yazıda anlatmak istediğim şey, tarihimizde ya da edebiyatımızdaki rıhle örnekleri değil. O kadar derine inmek istemiyorum. Yaşadığımız günler itibariyle bir hicretten bahsedeceğim. İlahiyatçı bir genç olarak Ankara’dan kalkıp Şam’a gitmekten, bir rıhle denemesinden söz etmek istiyorum.
Şam çok uzak (!) bir şehir. 1000 kilometreden fazla mesafe var, Ankara ile arasında. Bir defa başka bir memleket. Suriye nere, Türkiye nere. Arada koskoca bir sınır var. Biz Türk’üz, onlar Arap. Dillerini bilmezsin, ne içerler, ne yerler. Ortalıkta kalakalmak var işin ucunda. Kime ne sorarsın. Bir hal çaresi, bir yol gösteren olur mu? Hem neyine gideceğim bu Arapların. “Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü” sözünü boşuna mı söylemişler.
Güzel bir söz geliyor aklıma : “Her şey için bir engel, ilim içinse engeller vardır.”
Şam, akşam Ankara’dan otobüse binildiğinde ertesi akşam sokaklarında dolaşabileceğiniz kadar yakın. Arada büyük bir sınır var elbette. Ama uzunlamasına. Eğer insaflı gümrük memurlarına denk gelirseniz, ha bir de uzun tır konvoyu içinden hızlı geçebilirseniz bir saati almaz Cilvegözü’nü aşmak. İnsan olarak aramızda çok fark yok Suriyelilerle. Hepimiz –elhamdulillah- Müslümanız. Konuştukları dili zaten öğrenmeniz gerekiyor. Bir fırsat olmuş olur. İçecekleri hakikaten güzel. Özellikle temr-hindî diye bir şerbet var… Aman Allah’ım! O kavurucu yaz gününde böyle hararet gideren bir ikinci şey bulamazsınız. Yemekleri bizimkiler kadar iyi değil. Hatta kıyas bile kabul etmez. Ancak “şevirme, hums, mütebbel, felâfil” gibi orijinal tatlar var. Bir denemek fena olmaz. Yapacak o kadar güzel iş var ki… Sabah namazından sonra, Halebî hocanın Kurtubî dersi, Bûtî’nin Cuma hutbesi, Süleymaniye Külliyesi, Halbûnî kitapçılar çarşısı, kadim Şam sokakları, Emevi Camii, Selahaddin Eyyûbî, İbn Arabî, Mevlana Halid Bağdâdî, Bâbu’s-Sağîr makberesi, onlarca Sahabe… bunlar sadece Şam’da yapabileceklerinizin cüzî bir bölümü. Halep’in çarşıları, Hama’nın değirmenleri, Humus’ta Halid b. Velid, Lazkiye’de Selahaddin kalesi, Tartus’ta sandal sefası… tüm bunlar da Suriye’nin güzellikleri. Daha çok şey var, Şam ve Suriye hakkında söylenecek. Ama ne kadar anlatsak da boş. Yaşanması başka oluyor.
İnanın bana, sadece bir kararınıza bakar Şam’a dair rıhle denemesi.
∗ Hadi Ensar CEYLAN
zaten uzaklaşmak istediğim su sefil sehirden bir kez daha terk-i diyar geldi içimden.sam hatıralarınızın devamını merakla bekliyoruz.en azından bedenen mümkün olamasa bile fikren bir yolculuk yapmış oluruz.
şam’a dair yazdılkarınızı o kadar içten anlatmışsınız ki yaşadıklarınızı doyasıya yaşamış olduğunuz her satırından belli. bizlerle bu duyguları paylaşmış olduğunuz için size teşekür ediyoruz. vaha dergisindeki yazılarınız da takip etmiş olmamız hasebiyle, böyle başarılı yazılarınızın devamını bekliyoruz allah yar ve yardımcınız olsun. saygılarımla
abi eğer falafal ile felafil aynı şeyse, onu avrupada da tüketiyorlarmış.
hemde fast-foot lokantalarında nohutlu bir şeymiş.
Abi yazın bu şam meselesini eni konu düşünelim olmaz mı. hem artık sınır da yok…